20 Aralık 2010 Pazartesi

Kaleminizden Bok Akıyor Mirim!

Yıllardır mizah dergisi okurum. Büyük ve bilinen gazetelerin tek taraflı ve görmezden gelme politikalarının yıllar yılıdır süregeldiğini bildiğim için, siyasi gündem takibimin büyük bir kısmını haftalık mizah dergilerinin ilk sayfaları oluşturur. Senelerdir çok nadiren gülerim bunları okurken ancak yine de her hafta alırım; ortada olanı olmayanı başka bir açıdan görmek ve parti bağımsız siyasi/politik eleştirileri okumak için.
25 senelik bir mizah dergisi okuyucusu olarak şunu söyleyebilirim: Tüm siyasi çizimlerin ortak paydalarından biri iktidarı, gücü elinde tutanı, eleştirmektir. Çünkü en çok güç insanları yoldan çıkartır. İnsan doğasının içindedir bu zaten. Bu nedenle elindeki gücü bilinçsizce kullananlar ve hata yapmaya elverişli olan iktidarlar devamlı olarak eleştirilirler. Ancak güç sadece iktidarda değildir; zenginler, işadamları, parti bağımsız milletvekilleri, siyasetçiler, bürokratlar, erkekler, kabadayılar, vb. gibiler hep gücü ellerinde bulunduran ve bunu kendilerinden aşağıdakilere uygulayanlardır. Bu nedenle mizah için hedeftirler. Hedeftirler ama amaçta biraz silkelenip kendilerine gelmeleridir; bugüne kadar dünya tarihinde karikatür ile eleştirilip, bundan kendine ders çıkaran var mıdır, hiç zannetmem! Ama en azından mizah uyarı mekanizması olarak işlevini yapar. Bu ben kendimi bildim bileli böyledir. Karikatüristler de kendilerini bilirler, yaptıkları işin önemini ve risklerini bilirler. Her zaman baskı altındadırlar, hep tehdit edilirler. Ancak herhalde bugünlerde olduğu kadar yoğun bir saldırı altında olmamışlardır. Yandaş medyası, yazarı, zirve yapan iktidar yalakaları bir yanda; siyaset yapamayan basın devleri bir yand; bağımsız siyasi basın denilen kriterin her alanda yok olmaya başladığı günümüzde, eleştiren ender kanallardan birkaçını mizah dergileri oluştururken bu kadar yoğun saldırıyı elbette normal karşılamak lazım. Eleştiren, eleştirilmeye de açık olmalıdır ama "el insaf" düstüru da unutulmamalıdır. Belirttiğim gibi amacı gücü kötüye kullanan herkesi eleştirme olan mizah dergilerine, iktidar yalakalığından aldıkları güçle saldırmaya devam edenler: Biraz insaf, bolca çüş size!
Özellikle Leman'ın çiziktirdiği gibi beyler; "Kaleminizden bok akıyor" ama artık kokusu da herkesi geriyor!
Yazı bitti ama son notu burada eklemem lazım: Lütfen her hafta okumasanız bile siyasi mizah dergisi alın. Çünkü onlar yok olursa siyasal "bağımsız eleştiri" kaynaklarımız da yok olacak.

24 Kasım 2010 Çarşamba

Kitapçı

Tarih kitaplarının zenginliğinden, Ermenilerle ilgili kitapların çokluğundan anlamıştım zaten senin Ermeni olduğunu. Ama yine de, otomatik davranış biçimi, sessiz kaldım. Ta ki eşim seninle Fransızca ardından da benimle Türkçe konuşuncaya kadar. Ben de tam o esnada elimde Türkiye'nin Ermeni Soykırımını inkar politikası ile ilgili bir kitabı ile kasaya yürüyordum. Önce "Türk müsünüz?" diye sordu, babasından, soykırımdan 4 kardeşten içerisinden tek kurtulan, öğrendiği Türkçesi ile. Sonrasında elimdeki kitabı görünce "Soykırım ile ilgileniyor musunuz?" diye sordu. "Evet, özellikle Türkiye'de tek taraflı kaynaklardan sıkıldığım için mutlaka dışarıdan bu konuda kitaplar bulmaya çalışıyorum (Yves Ternon'un kitabının bile mahkeme kararı ile toplatıldığını düşünürseniz ne kadar doğru söylediğimi anlayabilirsiniz)" dedim. "Başka kitaplarda önerebilirim" diyerek dükkanın arka tarafına yürürken ben sordum. "Türkçeyi nasıl öğrendiniz?". "Soykırımda kaçarken 4 kardeşin tek kurtulabileni olan babamdan." dedi ama sesinde en ufak bir kin, nefret olmadan, son derece doğal. "Ben şahsen çok üzgünüm." diyebildim gözlerim dolu dolu oldu "Türkiye, yaşadığı toprağı seven, onu yücelten Ermenileri sürerek, kırarak aslında çok şey kaybetti." dedim. Ne diyebilirdim ki başka zaten. Bir şey demeden bana kitaplar tavsiye etmeye devam etti, Ermeni tarihinden Ortadoğu tarihine geçti; Fisk okumamı önerdi. Zaten okuduğumu, kitapçısına uğrayıp uğramadığını sorduğumda, "Tabii ki, arkadaşımdır." dedi.
Eşimle bana Ermeni lokantaları tavsiye etti, gezmemiz için şoför bulabileceğini söyledi, bir gece önce gittiğimiz Ermeni lokantasında neden Türk olduğumuzu söylemediğimiz konusunda içerledi; suçlunun masum karşısındaki boynu büküklüğünden diyemedim.
Yaklaşık 1 saatlik sohbetin ardından elimizde kitaplarla çıktık oradan. telefonlar alındı, verildi; İstanbul'a gelirse; ki tüm Türkiye'yi neredeyse gezmiş daha gençken, mutlaka araması rica edildi ve yolumuza devam edildi. Ancak tüm bunların ardından bir iki şey kaldı zihnimde, ben olsam, babam dışımda tüm ailemi öldürmüş bir ülkeden gelen bir insana aynı sıcaklıkta davranır mıydım, bilemiyorum. Hayat bizi bu zor ülkenin en tehlikeli ayrıştırmasında güçlü olandan yaratmış, o nedenle ne desem boş.
Ha, bu arada güçlü yaratmış ama bu her gün sevgiden nasibini almamış milyonların içerisinde; trafikta, sokakta her an kavga etme, dayak yeme hatta öldürülme riski ile yaşarken ve her dakika karşısındakileri, her açıdan, sömürmeye programlanmış kitleler ile başbaşayken, kendimiz gibi nadir azınlıktan birilerini ararken; bu ülkeyi uzaklardan izleyip için için ağlayan Ermenilerle, Rumlarla, Yahudilerle ve diğer niceleri ile beraber kadeh tokuşturamadığımıza yanmayayım da ne yapayım!

Sosyalim, Sosyalsin, Sosyal!

Hepimiz sosyal hayatlar sürdürdük ve de çoğunlukla sürdürmekteyiz. Dağda tek başına yaşayanlar bile, hayatta kalmayı sağlayacak en temel bilgileri sosyal hayatlarının başladığı doğum anından itibaren sosyal çevrelerinden öğrenirler. Öğrenmek bile ancak sosyalleşme ile olur. Hepimiz bembeyaz, kokusuz, dışarısı ile bağlantısı olmayan odaların içinde yalnız bir hayat sürdürüyor olsaydık en büyük keşifimiz herhalde cinsel organımızla bir süre oynarsak içimizdeki giderek artan titreşimin takip eden orgazm ile yerini bir rahatlamaya bırakması olurdu herhalde; bir nebze bile olsun öyle bir ortamda zihinsel faaliyetlerimizin, minimumda olsa, aktif olduğunu varsayarsak.
İzlediğimiz her film, okuduğumuz her kitap, yürüken yanımızdan geçen her insan; bağımsız bir birey olan her bir insanın yarattığı etkileşim çerçevesinde, bize zenginlik katar. Sosyalleşme bu nedenle sadece kafede barda etrafı kesmek, caddede bir aşağı bir yukarı 5 saat yürümek değildir. Yaşamsal amacımız olan bilgi ve sevgiye ulaşmamızın tek yolu sosyalleşmektir. Dağda yaşayan yalnız adam, avladığın her av, yanından geçtiğin her ağaç seni de sosyalleştiriyor biliyorum ama yine de; bazen benim tahammül sınırlarımı sonuna kadar zorlasalarda, insansız bir hayat ben düşünemiyorum.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Kurtlar Vadisi Herkesi Döver!

Babam anlatırdı, çiftlikte çalışan adamlardan birisi babama kızdığında, fiziksel zarar vermesi mümkün olmadığı için, gölgesine basarmış; aklı sıra çaktırmadan hıncını çıkarmak için.

Biraz önce bir fragman izledim, nedense aynı yöntemin başka bir boyutta kullanıldığı hissine kapılıverdim. Filmin adı: Kurtlar Vadisi Filistin. Üzerinden geçen bunca zamana karşı birşey yapamadığımız İsraillileri pata küte dövüp, takır takır öldürüyor; meşhur dizinin, gerçek hayatta bile polis eskortu ile evine gidebilen, meşhuuur oyuncuları.

Filmi izlemedim ama fragmandan yola çıkarsam:
Senarist, yapımcı; bunların amacı milleti sinemaya çekip para kazanmak; bir yandan da bu bir film; buradan yola çıkarak farklı açılımla da gitmeye gerek yok; bir tanecik sınır aşılmadıkça!
O sınır: Eğer film vizyona girdiğinde herhangi bir siyasetçi filme gidip, çıkışta da beyanet verirse "Güzel olmuş, gerçekleri anlatmış, bidi, bidi..." diye; o zaman gölgeye basma olayı gerçekleşmiş olur. Bu beyanatlarında "biz bu işin hala peşindeyiz ama bizim çocuklar ne de güzel çekmişler filmi, anlatmışlar tüm gerçekleri" mesajını alttan altta verirlerse tabanlarını memnun etmek için, aha o zaman zurna pırt der, benden uyarması!
Birde tüm bunların üstüne filmin mesajının, içeriğini abukluğundan kimse tınmaz hatta seyirci, taban, siyasetçi çifte kavrulmuş mutlu olursa, bonus olarak da İsrail filme uyuz olursa; hele o zaman siz seyredin gümbürtüyü. Zaten geçmişte bir Irak filmi olan serinin devamları geliverir valla. Siyasi boyutu ayrı ama sinemasal anlamda serinin yeni bölümleri aşağıdaki gibi akmaya başlar, ortalık şenlenir, şahane olur valla!
- Kurtlar Vadisi Ermenistan: "Ermeniler esas bizi kesti, 1 milyon Ermeni zaten ölmedi; ışınlandı onlar Nizamiye Taburları tarafından Venüs'e" ve "Soykırım değil, mermer mermer" çığlıkları eşliğinde ekibimiz ve milyonlarca gönüllü vatandaş kapalı sınırdan boca olurlar Ermenistana. Tüm Ermeniler "Aslında biz hem Türk hem de müslümanız" deyip, sünnet olurlar.
- Kurtlar Vadisi Avrupa Birliği: Brükselde işeyen çocuk heykelinin ağzı burnu kırılıp, tüm pomm fritçiler acımasızca vurulur. Avrupa Birliğ önümüzde diz çöker, anında en birinci üye oluruz.
- Kurtlar Vadisi Avustralya: Zamanında Özal ve entourage'ı bu ülkeye girerken üstlerine ilaç sıkılmıştı; bu iktidarın geçmişten intikam alma misyonu bünyesinde, Avustralyalıların kıçına ikişer üçer koyun sokulur, Opera binası havaya uçurulur. Avustralya seksen bilmem kaçıncı ilimiz olur.

3 Kasım 2010 Çarşamba

Kovalar Dolusu Kan

Kovalar koyuyorum yere
Kanlar yere akmasın diye.
Her yerden kan damlıyor, yüzyıllardır bu böyle.
Toprak kana doyar zannediyoruz,
Ama tam tersi, toprak kana bağımlı olmuş,
kan aktıkça bağrına, "daha, daha" diye bağırıyor,
yırtıyor göğsünü, damlaları yutarcasına, höpürdeterek içine çekiyor.

kan kanı çekiyor, hepsi iz bile bırakmadan sünger gibi emilip gidiyor.

bu yüzden kovalar koyuyorum yere, toprak belki kansızlıktan geberir de,
akan kanlar durur diye.

ama biliyorum, insan var olduğu sürece, yaptığım nafile...

Yallah Yallah

gaza bastım, kızları tavladım,
en iyi marka kravatı ben taktım

yallah yallah

şaraptan anlar, suşiye bayılırım
istesem 18 yıllık macallan ile kıçımı yıkarım

yallah yallah

ticarette pirim, ihalelerin gediklisiyim
1'e 10 katmazsam, bildiğin ibneyim

yallah yallah,

arkadaşım, kankim, toprağım, gardaşım,
işim düşerse arar, para istersen kaçarım

yallah yallah

bizim peder çulsuz, bana vermedi bugüne kadar 5 kuruş
peder gelme kapıma 1 kuruş istemeye, kapıdan tekmeyle kovarım

yallah yallah

dinim, imanım paradır; allah, peygamber tanımam
palazlanan rakibim olursa, kırarım boynunu hiç acımam

yallah yallah

dünyada benden önemlisi yok, var diyene takarım
sıra falan beklemem, her yerde aradan kayarım

yallah yallah

yatağa atana kadar karılara itina ile yazarım
sabahı beklemem siker sikmez dışarı atarım

yallah yallah

anamdır, meme vermiş, başımda beklemiş, sarıp sarmalamıştır...
hadi len ordan sıçar gibi doğurmuş bırakmış, anca bağırınca bakmış
ana gibi yar olmaz; o nedenle pederden beter eder
kapıma gelse hemen tekme tokat yumruk kovarım

yallah yallah

tüm bunlara rağmen arada sırada "Ulan ben nasıl insanım; hiç vermeden daha ne kadar alabilirim, insanlara hiç mi insan gibi davranmayacağım, bu dünyanın bir de ötesi var" gibi sorular asla kalbimi sıkıştırmaz; sıkıştırsa sıkıştırsa yediklerim gaz yapmıştır; osurunca rahatlarım.

allah allah

insan olanın değil insanı ezenin dünyasında kötü sonlara alışamayıp,
hala iyi son bekliyorsan esas en büyük yallah da sana:

yallah yallah allah allah

20 Ekim 2010 Çarşamba

Çin - Hindistan

Dünya tarihi dünde, bugünde sadece Avrupa ve Ortadoğudan kaynağını bulmaz. Ancak "Gözden ırak olan gönülden de ırak olur" mantığı ile dünyanın başka taraflarında olanları nedense pek dikkate almayız. Dünyanın gelişme ekseninin gittikçe Çin, Hindistan bağlantılı Asya'ya kayması ve tahminimce 40 sene sonranın süper güçlerinin Çin, Hindistan ve belki de Brezilya gibi ülkelerin olma ihtimali bile gözümüzü oraya kaydırmamıza yetmez. Şarlman'ı, Bismark'ı, İskender'i, Sezar'ı, Kanuni'yi, Stalin'i ve daha yüzlerce ismi biliriz ama uzaklardan Cengiz Han, Mao ve Gandi'den başka pek isim sayamayız. Hepimiz Dünya Savaşlarında Avrupa'da yaşananları biliriz ancak Pearl Harbour ve Atom Bombalarının atılması dışında, Çin-Japon savaşları ve ada ada yaşanan kanlı Amerika-Japonya savaşları gibi Asyada gerçekleşen olaylar hakkında çok az bilgiye sahibizdir. Elbetteki yakınımızdaki olaylar, bizi etkilemesi açısından çok daha önem arzetmektedir ancak binlerce yıllık tarihi, yüzlerce devleti, onbinlerce kanlı savaşı gözardı etmeninde gittikçe globalleşen dünyada yanlış olduğunun altını çizmek istiyorum.

Globalleşme sadece Mc Donald'ın her yerde karşınıza çıkması, Avatar'ın Latviya, Türkiye ve Arjantin'de aynı gün vizyona girmesi ve Paris Hilton'un tüm dünya ergenlerinin ıslak rüyalarında başrolü oynaması değildir. Globalleşme aynı zamanda dünyanın başka bir yerinde gelişen, mesela bir ekonomik krizden (Mortgage krizi) ya da savaştan (1973 Arap-İsrail savaşının ardından gelişen petrol krizi) ve hatta hastalıktan (Afrikadan dünyaya yayılan HIV kaynaklı AIDS) tüm dünyanın etkilenmesi anlamına da gelmektedir.

Bu nedenle de arada sırada kafamızı Gazze'den, İran'dan (kesinlikle önemsiz oldukları için değil) kaldırıp dünyadaki gelişmelerden de haberdar olmamız hepimizin yararınadır.

Tüm bunlardan yola çıkarak ileride yaşanabilecek olanlara dair kişisel projeksiyonumu paylaşmak istiyorum:

Hindistan - Çin ve Pakistan 20. yüzyılda bir kaç defa sınır anlaşmazlıkları, demografik dağılım gibi etkenler nedeni ile birbirleriyle savaşmışlardır. Bu yüzyılda da birbirleriyle savaşmaları kuvvetle muhtemeldir. Çin+Hindistan'ın toplam nüfusunun şu an dünya nüfusunun yaklaşık % 35'ini oluşturduğunu, Hindistan'da Pakistan'dan daha çok müslümanın yaşadığını ve bu 3 ülkeninde nükleer silaha sahip olduğu düşünülürse, bu çatışmanın küçük çaplı olması için şimdiden dua etmeye başlayabiliriz.

Bölgesel çatışmaların dışında sanayinin her alanında dünyanın canına ot tıkamaya yeminli Çin ile mücadele yolları konusunda zaten geç kalmışken, bilişim yolunda dünya devi olmaya çalışan Hindistan ile ilişkilerimizi nasıl yürütmemiz gerektiğini de sorgulamakta geç kalmaktayız. Kendi kendimize strateji geliştirmekte zorlanacağımız zaman tarihten ders almayı kesinlikle unutmamalıyız. Japonya'nın patlama yarattığı 70'ler ve 80'lerde Avrupalı üreticilerin uzmanlaşma ve markalaşma çabaları bugün bize ders teşkil etmelidir. Ülkelerin uluslararası arenada yürüttükleri ilişkiler, kriz yönetimleri, belirli kategorilerdeki uzun vadeli plan ve çabaları; örneklerle incelenmeli ders alınmalıdır. Hindistan ve Çin'in kendileri için çizdikleri rotaya biz nasıl katılacağız, biz hangi alanlarda uzmanlaşacağız; bunlar acil eylem planı gerektiren noktalardır. Bugün alıcağımız kararların, uygulamaya geçmesi ve meyvelerini vermesi uzun yıllar alacaktır. Çin "Giant Leap" gibi felaketlerin, Hindistan ise sömürgeciliğin acı tecrübelerinin üstüne yaptığı çalışmalarla bugünlere geldiler. Bütün acı tecrübelerden ders aldılar ve düzgün yol haritaları çizmeye çalıştılar. Bizde pek çok acı tecrübe yaşadık ancak halen uzun vadeli bir yol haritamız olduğumuz söylenemez.

Ülke olarak tek başımıza ya da Avrupa ülkelerinin ortaklığı gibi, yakın zamanda bir oluşumda yer almazsak, uzun vadeli kalkınma ve ilerlemeye yönelik planlar yapmazsak; bugün nasıl A.B.D.'nin dünyayı hükmetmesini izliyorsak, yarında Çin veya Hindistan'ın dünyaya hükmetmesini izleyeceğiz. Talihsiz bir ihtimal ise bu ülkelerin, başka ülkeleri de içine alacak şekilde, birbirleriyle savaşa tutuşmasını seçeneğidir; bu seçenek "savaşın kazananları aslında çoğu zaman savaşa katılmayanlardır" görüşü doğrultusunda bize avantaj sağlar gözüksede, bu iki dev ülkenin topyekün bir savaşından bizim etkilenmemiz mümkün gözükmemektedir.

18 Ekim 2010 Pazartesi

Ortada Namaz Var, Yandan Geç!

Herkesin ibadeti önce kendine. Kişi ile Tanrısı arasında.

Kimseyi kandıramadan, başbaşa; sen konuşursun, O'nun dinlediğini varsayarsın.

Şu koskocaman evrende yanlız olmadığınına inanmak, yeryüzünde - ya da öteki dünyada adalet olduğunu düşünmek, içinde huzurla kaplı bir alan yaratmak, daha iyi bir insan olmak, vesaire için; kendini dış dünyaya kapatır tüm içini Yaradanına dökersin. Gizli saklı olmadan, en temiz halinle.

Eee, peki güzelde, sen ey Şamdaki, Kahire'deki arkadaş; sırf görev ifşa ediyorum diye; kıyafetin pislik içinde, abdestin dışında her yerin leş, seccadeni atıp namazını kıldığın yer, tabakhane denilen en pis çalışma ortamlarından birinin zemini iken; tüm bu saydıklarımdan hangisine denk geliyorsun?

Ey insanoğlu, başkalarını aptal sayarsın ama Tanrı'nı da kör sanırsın? Arabada ilahi dinleyince, pislik içinde namazını kılınca, müslüman kardeşlerine zülm edenlere ömür boyu lanet okuyunca; gerçekten ama gerçekten cennete koşar adım girebileceğine inanıyor musun? Haa, bu arada söylediklerim ışıktan ve sevgiden nasibini almamış soğuk ve karanlık kilisede Tanrı'ya yaklaştığını sananlarla, YHVH'ın "Dinlen" emrini ışığın düğmesine bile basmama olarak algılayanları da kapsamaktadır, yanlış anlaşılmasın. Çünkü gerçekten inanıyorsan tüm bunlara canı gönülden, ben de senin tek hücresel algı seviyesine inip, dertsiz tasasız bir yaşam sürmek istiyorum!

İnsan Hayatının Değeri Ne İle Ölçülür?

Benim gibi nefes alıp veriyorsun.
Akşam ne yemek yiyeceğini düşünüp ağzını şapırdatıyorsun.
Günün tüm stresini televizyon karşısında kah birandan yudumlar alarak kah uyuklayarak geçirmenin hayali ile ofiste dakikaları sayıyorsun.
Evde çocucuğunun kahkahaları ile bütün gün tükenen enerjini, yerlerde sürünen ruhunu yüceltmeyi hayal ediyorsun.
Benim gibi.

Ama yolda trafik kazasında, laf dalaşı sonunda atılan bir kurşunla, merdivenleri öıkarken ayağının kayması neden ile çarptığın kafanın içindeki kocaman kanama ya da kalp krizi nedeni ile ölüveriyorsun.
Çok ölümlü dünyada bir satır bile haber değilsin. Cenazenden 10 gün sonra seni 5 kişi ya hatırlayacak ya da hatırlamayacak.

Hayır, bu hayatın anlamı, anın değeri üzerine bir yazı değil. Üniversitede okurken bir gergedan ve gorili evlat edinen abime, "Neden bir insana yardım etmiyorsun?" sorusuna aldığım cevap aslında, saçmalamamın esas amacı: "Gorillerin, gergedanların sayısı çok az; ama o kadar çok insan var ki!"

O kadar çok insan var ki, insana ait olan herşey ile hayatımız o kadar çok dolmuş ki; insanı bazen görmemezlikten geliyoruz, siliyoruz gözümüzün önünden. Ölümler anlamsız, acılar karşılıksız, sevgiler boş, ümitler safsata; gelebiliyor.

Kimseye kızmayalım, kendimize de. Nerede çokluk orada bokluk! Hem zaten her ölenle ölsek, her acıda bizim de canımız yansa, her solan ümitte bizimde dünyamız kararsa; çekilir miydi bu hayat!

Son tahlilde işin özü: Bugün 4.678.435 kişi acı içinde, ümitleri tükenmiş bir halde sefalet içinde geberdi. Ama bu oyunda biz tek başımıza olduğumuza göre, "Eee, ne olmuş!"

Ya da...

7 Ekim 2010 Perşembe

Ana Dilde İbadet!

Benim anadilim Türkçe.
Elimde olmadan bağlı olduğum soyumun dili Türkçe.
Vatandaşı olduğum devletin ana dili Türkçe.
Kızıma öğretmekten gurur duyduğum dil Türkçe.
Yurtdışına giden ana dilleri Türkçe olmayan Türkiyelilerin küfredecekleri zaman kullandıkları dil Türkçe.
Sevip sevmesenizde, okuyup okumasanızda, izleyip izlemesenizde ancak bugün varolan olan edebiyat oluşumumuzun, sinemamızın dili Türkçe. (Verhoeven, Herzog ve hatta Hanake gibi popüler olma için Amerika'ya giden yönetmenimiz daha yok bildiğim kadarıyla.)
Argosu ile sadece tuvalete bile onlarca alternatif barındıran muhteşem dil yine Türkçe.
Allah'a en çok sığındığımız zamanlarda ağzımızdan dökülenler Türkçe.(Allah'ım sen bizi koru, Allah'ım sen büyüksün, vb. gibi)
E, o zaman karseşim benim Allah'a yakarışım; yalnız olsun, cemaat içinde olsun, niye Arapça?
Sakın bana "Kardeşim Arapça'dan birebir çeviri yapmak imkansız, orijinalliği bozulur, o nedenle Arapça" demeyin; benimde ana dilim Arapça değil; hiçbir zaman okuduğumu bir Arap gibi anlamayacağım demektir bu.
Sis perdesi yaratarak oluşturulan korku sistematiğinin en somut örneği, artık bitsin!

Biz bunları tartışmaya devam edip kendi korku dolu dünyamızda kuyruklarımızı ısırırken dünya dönmeye devam ediyor. Kafamıza bugün Hristiyan, Yahudi silahları yağma ihtimali var iken bundan 50 yıl sonra Hindu, Budist bombaları yağma ihtimali olacak; bu gidişle tek değişmeyen İslam ülkelerinin saplandığı gelişmemişlik batağı olacak.
Anadilde ibadetinin sonuçları buraya kadar varır mı demeyin; çok basitçe: Dinin korku ve bastırma ögesi olarak kullanıldığı topluluklarda bir süre sonra tek tipleşme başlar. Gelişimin en büyük engelleyicisi tek tipliliktir. Farklılık gelişmeyi doğurur. Amerikanın en büyük gerçeklerinden biri 152 milletten insandan oluşan farklılıkların milyonlarca değişik gelişimin yeşermesine imkan sağlaması olmuştur. Çok kısa sürede atılım yapan İsrail'in temelinde de onlarca farklı ülkeden gelen fikir zenginliğinin büyümek için imkan bulması vardır, her ne kadar onlarda hızla şu an tektip olmaya gitmekteler.
Tarihte İspanyolların, Portekizlilerin ve Arap ülkelerinin bir süre muazzam başarılara imza atıp daha sonra gerilemelerini araştırırsanız nedenlerden biri olarak mutlaka dini bulacaksınızdır.
İşte bu nedenle, dinin bilinir olup insan özünde yaşanır olması ve sadece istyenlere yol gösterici olması çok önemlidir.
İşte bu nedenle "Ana Dilde İbadet" şarttır.

Kilise Değil Cami, Cami!

Altın Kural: Kendine yapılmasını istemediğin birşeyi sende başkasına yapma!

Şimdi Yunanistandaki aşırı sağcılar, eskiden cami olan bir yapıya gidip, buhardanlıklarını sallaya sallaya, ilahiler okuya okuya ayin yapsalar acaba bizim, malum kilisede, namaz kılan arkadaşlarımız ne düşünürlerdi?
Çok uzağa gitmeyelim; tüm dünyanın müslüman olmasını isteyenler daha yeni "tüm dünyanın hristiyan olmasını isteyen" - aslında ülküdaşlarını - boğmadılar mı?
Bu ne perhizdir, ne lahana turşusudur; nasıl dar bir, bakış açısıdır?
Bu şov ile ilgili ayrıca merak ettiğim bir soru daha var; acaba bu ırkını herşeyden daha çok seven insanlar, namazlarını atalarından miras, analarından hediye öz be öz kendi dillerinde mi kıldılar yoksa Arapça mı?
Cevabının ne olduğunu hepimiz günde 5 vakit tescilli duyuyoruz ki; bu da ne kadar yaman bir çelişkidir, ayrıca; anlayana.

5 Ekim 2010 Salı

Mutluluğun Tarifi 05.10.2010

Kızımı gıdıkladığım zaman kahkahalara boğulması...
Her geçen gün o küçücük ağzından daha uzun cümlelerin dökülmesi...
Her akşam bizden ayrılmamak için "Ama uykum gelmedi" diye mızmızlanması...
Şımarık ağlaması esnasında ben gülmeye başlayınca, anında ağlamasının kahkahaya dönmesi...
Sokakta yürürken, "Burada elimi tutman gerekiyor" dediğim anlarda tabii ki, küçücük parmakları ile elimi tutması...

Biricik aşkımın kızım hakkında yazdıklarımı okuyunca, "Benim için hiçbir şey yazmadın" diyecek olması...

Beni mutlu ediyormuş.

Başkalarını mutlu ettiğin zaman gözlerinin içinde gördüğün parıltı, insanın kendini de mutlu ediyormuş. Doğruymuş.

24 Eylül 2010 Cuma

Başlıksız 24.09.2010

İşin özünde:
- Bir ayakkabı sadece bir ayakkabıdır.
- Bir çanta sadece bir çantadır.
- Bir araba sadece dört tekerin üstünde bizi bir yerden bir yere götüren bir vasıtadır.
- Bir telefon sadece kabiliyetlerine göre değerlendirilmesi gereken bir araçtır.

Daha fazlası...

Daha Fazlası...

Daha fazlası çok derin bir konudur. Ancak:

Bir ayakkabının, çantanın, arabanın daha fazlası aşağıdakilere işaret eder:
İnsanın gelişimine hizmet etmediği sürece, Formula 1 her ne kadar şaaşanın, hızlı arabaların, güzel kızların sporu olrak kabul görse mesela daha hızlı, daha güçlü ama aynı zamanda daha güvenli teknolojilere öncülük yapması daha sonra binek arabalara yansıdığı için, aslında insanın gelişimine de hizmet etmektedir. Bu sektörün götürüleri de vardır ama özü bir noktada iyidir.
Evet, bir yandan duyuyorum 50.000 USD'lik bir çantanında en azından yapımından ve pazarlamsından yüzlerce kişi para kazanıyor olsada, bu çantalara para veren 1 kişinin bu parayı verebiliyor olmasını sağlayan servetin sorgusu bizi gerçekliğe daha çok yaklaştırabilir. Şu şekilde açıklamak gerekirse, dünyada tüm finansal değerlerin toplamının x olduğu düşünülürse sizin y olan maaşınızı almanız esasında x pastası içinde birilerinin y olan kazancının azalması anlamına gelir. Kısacası birisi para kazanıyorsa başka birisi/birileri para kaybediyordur. Çanta örneğine gelirsek, bir çantaya verilen 50.000 USD, bir arabaya verilen 1.000.000 USD'nin asıl kaynağı birilerin kaybettiği paradır.
Dünyanın düzeninin böyle olduğu düşünülürse ve insan hırsını gelişime engel olmayacak şekilde sınırlayamayan her türlü sistemin şu ana kadar öldüğü düşünülürse o zaman başka bir sistemin yürütülmesi gerekmektedir. Bir takım İskandinav ülkeleri "Kazanca göre ceza" gibi sistmelerle bu sistemi nispeten uygular gibi gözükse de aslında daha yürürlükte olan bir uygulama benim bilgim dahilide yoktur. Bu sistemin modellemesi de apayrı bir konudur.!
Konuya dönmek gerekirse:
Gösteriş amaçlı alınan herşeyin özünde farklılaşma isteği vardır. 6.5 milyar insanın yaşadığı dünyamızda hepimizin öyle ya da böyle bağımsız birer birey olmaya çalıştığı düşünülürse, bu çok yanlış birşey gibi gözükmez. Sanatın, bilimin; her alanında farklı normlar baz alınarak çalışılan dalı geliştirmeye yönelik çabaların insanoğlunu her açıdan daha ileriye taşıma amaçlı olduğunu varsayarsak, fark yaratma hırsı anlaşılabilir.
Ancak amaç sadece farklılığı tüketim toplumu boyutunanda yaratmak olarak insanları tüketmeye sevk etmek ise, orada dur demek isterim.
Bu nedenle 50.000 USD'ye satılabilen bir Birkin'in içine sıçmak, 500.000 USD'lik bir Ferrari yanımdan geçtiği zaman "Oha, bununla kaç kişi doyardı lan" deme hakkını saklı tutmak isterim.
Ama tüketim toplumu bu kadar kolay irdelenecek birşey değildir tabii ki. Beynimize kazınan kodlar bazen o kadar derindir ki, ben bile tropik bir adadaki bir tatilin, Çıralı tatilinden kat be kat daha üstün olduğuna inanıp paraları bayılabilirim; ama sonuçta ikisi de deniz, güneş ve huzur buldurur insana. Ya da marka ürün alıyorum 5 sene kullanıyorum diye de kandırabilirim kendimi.
Büyük konuşmamak lazım, tüketi toplumunun aşırılığını sadece LV, Vertu, Ferrari, Birkin olarak adlandırmak zordur ama bir kız yetiştiren benimde ileride "Kızım 10 sene giyeceksen o çizmeyi vereyim 1.000 TL'yi, ama herkeste var diye istiyorsan, önemli olan herkeste olmayan ama güzel olan" diye sunacağım argüman yine "farklılık" boyutuna çekeceği için, kendimle çelişkiye düşeceğimi de biliyorum, mesela!
İşin son tahlilde özü: Kardeşim Volvo'ya ver dibine kadar para ama yazık İstanbul yollarında o Bugatti Vyron'a!

7 Eylül 2010 Salı

başlıksız 07.09.2010

Acaba ileri de geriye dönüp bakınca, şu dünyaya verdiğimiz/ verebildiğimiz tek şeyin çocuk/ çocuklar olduğunu mu göreceğiz?
Kötü birşey elbette değil, hayata umut katmak - her çocuk dünyanın değişebileceğine dair ileride sönükleşecek, belki ufacık bir kıvılcım haline gelecek ama da yine de başka ateşler yakarak nesilden nesile geçmeyi başaracak, ama yine de insanın beynini arada sırada ısırmaz mı rahatsız edici düşünceler?
Isırır, tırmalar ve hatta bazen cendereye sokup sıkar da sıkar!
O zaman bendeniz de arada sırada yazar, saçmalar! (Çocuk, yine de ayrı ve yine de şart!)

Neredeyse 15 Sene Geç Geldiniz

Bizim gibi cover gruplardan "With or Without You", "Desire" ve "Sunday Bloody Sunday"i ısrarla isteyen, "Achtung Baby"i yüzlerce defa dinleyen, "Bullet The Blue Sky" gibi gizli hitleri birbirine dinleten, seneler geçtikçe albüm almaya devam eden ama eski U2 hasretini, kıyıda unutulmuş banknotlar gibi bulunduğunda sevince boğan "The Million Dollar Hotel" ve "In The Name of The Father" soundtracklerinde yer alan "The Ground Beneath Her Feet" ve "In The Name of The Father" gibi şarkılarla gidermeye çalışanları; 10-15 senede birbirine benzeyen albümler üreterek kendinizden soğuttunuz. Yeni nesilden hiç bahsetmeyelim bile, 1997'li bir arkadaşımın oğlu "U2'da ne ki" demiş, annesinin kimin konserine gittiğini duyduğu zaman.
"Video/Radio Killed The Music" ekolünün önde gelenlerindensiniz; reklam alınsın diye şarkıları 4 dakikalık kalıpları geçmeyerek + video kliplerin görsel gücü ile boktan müziklerini kafamıza güzelce sokmayı (U2 açısından Zoorapa albümündeki Numb, Lemon gibi şarkılar bu konuda başı çekebilir) başararak kapitalist müzik sisteminin önderliğini yapanların başında olmaya başardınız.
2-3 Senede bir çıktığınız Paris, Londra, New York konserlerinde aynı insanları, birbirinin aynısı yeni ve her zaman dinlenildiğinde haz veren ama 3 defadan sonrada o kadar parayı vermeye değmeyecek klasik şarkılarınızla salonlara/ stadlara çekmenin zor olduğunu bildiğiniz için konserlerinizi bir video klip tadına getirmeyi, tüm imkanları dibine kadar kullanarak, başardınız.
Arada kazandığınız çuvalla paraya karşılık, "Sunday Bloody Sunday"i de yapan grup olarak tavrınızı da göstermeye çalıştınız, Desmond Tutu'yu konserde kullandınız, Fehmi Tosun'a şarkı adadınız (Fehmi Tosun için yapılan herşeyi takdir edebilirim ama tüm bu yapılanlarında alttan altta kendine politik duruşu olan bir grup görünümü vererek yıllardır sermayeden yiyen imajınızı makyajladığınız fikrini nedense kafamdan atmayı başaramıyorum), NGO'ları desteklediniz, tüm yardım faaliyetlerinde başı çektiniz ama, ama...
Olmuyor işte olmuyor, "Duy Bizi Washington" diye bağırıp en çok konseri Amerika'da vermemiz, "Sunday Bloody Sunday"in pop şarkısı edası ile kıvrıla, kıvrıla, kımıl kımıl söylenmesi; hayatımda gördüğüm en etkileyici - seyirci avcısı - sahne; Amnesty International'ın mumlarını, Red Zone'un bilet gelirinin bağışlanmasını gölgeliyor!
Sahne, ışıklar, kule, ekran; hepsi muazzamlaştıkça U2'nun müziği ufaldıkça ufalıyor, siliniyor.
Sonuç:
Liste; parayı bulan, ideallerini kaybeden, eee tabii ki yıllar geçtikçe farklı şeyler (!) yapmak isteyen grup ve sanatçılara olan eleştirilerim kapsamında, uzayıp gidebilir. Bütün bu yazdıklarım hayatımda gördüğüm/ göreceğim en muhteşem sahne/şov ve aralarda bağırarak, karıma sarılarak söylediğim şarkıların etkisiyle silinebilirdi; hepsini afiyetle yutabilirdim, ancak ve ancak:
15 SENE ÖNCE GELSEYDİNİZ!

26 Ağustos 2010 Perşembe

İçim Dışıma Çıksa

İçimdeki ses, 'kızınla beraber koş fıskıyelerin altında. Onun yüzündeki gülümseme seninde yüzüne yansısın' diyor. Kızımın sesli gülüşmeleri ile yetiniyorum, yanımda yedek kıyafetleri.

İçimdeki ses, 'bırak herşeyi sadece yazı yaz' diyor. 'En azından hayatının bir dönemi denedin; hayat istediklerini değil, istenenleri yazmakla kazanılıyor, bu nedenle yazmak iş değil, hobi olarak kalsın' diyor diğer içim.

İçimdeki ses, 'canını acıt insanların kendi mutluluğun için. Ruhları sömür, egoist ol, kimseyi düşünme' diyor. 'İnsanlığın diğer insanlara verdiklerinle yücelir. Sana vurana diğer yanağını ver' diyor, İsa takipçisi başka bir içim.

İçimdeki ses, 'bırak giyim, kuşamı. Kıyafet sadece soğuktan korunmak ve bazen de toplumun sigortasını artırmamak içindir. Gerisi bahanedir" diye fısıldıyor, salon sosyalisti sesiyle. Gözlerim aynaya takılıyor, dışarıya çıkmadan evvel.

İçimdeki ses, 'araba dediğin nedir ki! 4 Teker seni bir yerden bir yere götürmek için değil mi?' 'Hayatında hiç mi kullanmak istemezdin bir Porsche, Maserati' diye yanıtlıyor alaycı ton ile konformist içim. 'Yine de param olsa da en fazla Volvo'ya binerdim' diye rahatlatmaya çalışıyor, sözde sosyal demokrat sözde tamahkar benliğim.

İçimdeki ses, 'piyangodan para çıksa, gidip tamamını Aziz Nesin vakfına bağışlasan süper olay olmaz mı" diyor ultra idealist içim. 'Bir ev alsan, bazen tiksindiğin çalışma hayatından uzaklaşsan, ikramiyenin bir kısmı (büyük kısım elbette) ile, kötü mü olur" diye bastırıyor gerçekçi ben. Gerçekçi beni daha çok seviyorum.

Genel olarak içimdeki sosyalist, emperyalist, idealist, gerçekçi benler savaşıp duruyorlar. Kazananlar hep kolaycılar.

Bir içim dışarı çıksa, kim tutar beni; sınırsızca kusmaktan!

17 Ağustos 2010 Salı

Geri Kafalı Adam!

Facebook, twitter hesabım yok, Messenger kullanmıyorum. Blackberry kullanmak zorunda kaldığım günleri nefretle hatırlıyorum. Telefonumu sadece konuşmak, mesaj atmak ve trafik durumunu görmek için kullanıyorum. Kısacası yenilikler, trendler, modalar, teknolojik gelişmeler; beni ıskalayıp duruyor.
Bu benim kişisel tercihim; bütün bunlarla içli dışlı olanları, bütün bu kanalları iş için kullananları eleştirmek değil bu yazının amacı. Sadece, ben neden uzak duruyorum onu belirtmek istiyorum.

Twitter: Zaten günümüz insanı, beyni cinsel organlarının hemen arkasına kayarak inmedi ise, duygularını açıklamakta zorlanıyor, düşünceleri kısır kalabiliyor; bir de bunun üstüne sen duyguları, biraz olsun çoşmak için fırsat bulduğunda, harf/ boşluk sayısı ile sınırlıyorsun. Klavyelerin üzerinde gezinmeye başlaması zaten başlı başına bir zor bir iş iken parmakların, bir de niye kısıtlama koyarsın! Twitçi olsam, şunları yazardım sadece alt alta:
- Yedim
- İçtim
- Sıçtım
- Uyudum
- Trafikte Sürünüyorum
Çok ilginç di mi! İyi takipler o zaman.

Facebook: İlkokul arkadaşım, canım benim; 25 senedir seni görmüyorum. Nasılsın? Evli ve 3 çocuklusun; Laos seyahatinden yeni döndün ve NASA'nın Yozgat ofisinde mi çalışıyorsun! Şahane; bu bilgiler ışında artık bir 30 sene daha seninle konuşmasak da olur!
Benim gibi anti-sosyal bir insan için Facebook'un kısa özeti budur. Ben zaten görüşmek istediğim arkadaşlarımla (sayıca az) biraraya geliyorum. Paylaştığım birşey kalmamış, ortak noktalarımız neredeyse olmayan; hayatlarımızın belirli bir dönemi üst üste gelmiş; ama iki tarafta da iz bırakmadığı için devamı gelmemiş ilişkileri Facebooktan canlandırmaya çalışmanın manası nedir? Bu bizlere ne katar?

Messenger: İnsanların birbiriyle iletişim kurmasının en ucuz ve pratik yollarından biri, kabul ediyorum. Ama benim gibi telefonda bile konuşmayı sevmeyen biri için aynı ayarda olduğu için kaybedenler listemde.

Daha liste uzayabilir; ama yazma amacım hala bir:
İnsanın yaradılış amacını bile paylaşmak, sevmek, sevilmek olduğunu düşünen bir insan; iletişimi bu kadar kolaylaştıran bunca araca neden sırt çevirir? Çünkü insan olarak her geçen gün daha ağır maskeler takmak zorunda kalıyoruz ve maskeler hala en çok yüz yüze görüşmelerde düşüyor. Ben insanı insan olarak seviyorum; ekranda/ cepte yazı, telefonda ses olarak değil. Bu nedenle bırakında sevdikleriyle içki sofrasında sohbet ederek, arada sırada telefonda hatır sorarak idare etsin, bendeniz teknoloji/ trend fakiri.

13 Ağustos 2010 Cuma

Trafikte Son Sürat!

Hayır vermeyin kesinlikle benim altıma süratli bir araba! Uçarım, kaçarım bir daha göremezsiniz beni!

Adrenalin, heyecan, macera yaşama isteğinden falan değil; her gün trafikte zorunlu beraberlik yaşadığım insanlardan kaçma arzusundan kaynaklanıyor benimkisi.

İnsan hayatını önemsemeyen, sevgisiz, insanlıktan nasibini almamış bir sürü; kontrolsüz, yasaksız yaratık trafikte fütursuzca çağlarken; ben Gelibolu filmindeki Archy Hamilton (Mel Gibson olmayan!!!) gibi en önde koşmaya çalışıyorum.

Ama elbette çok fazla abartmıyorum.
Ama elbette Archy ruh haline fazla kaptırmadan kendimi frenleyebiliyorum.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Buhar Çıkarmak

Eninde sonunda dönüp dolaşıp hepimiz istediğimiz hayatı yaşıyoruz.

Kimisi hayatının geri kalanını herhangi bir köyde tamamlamak isterken, tatil için gittiği sahil kasabasından bir hafta sonra kendisini yaşadığı büyük şehre zor atıyor.

Kimisi büyüdüğü küçük şehirden, büyük şehre gitmek için kıvranıp duruyor.

Büyük şehirde yaşayan, kasabada yaşayanı anlamıyor; köyde yaşayan şehirliye "deli" diye bakıyor.

Ama ne olursa olsun su yolunu buluyor. Şehirde yaşamak zorunda olan haftasonu kendini atıyor otobanın kenarındaki egzos kokulu çime/ bahçeli kafeye/ ormana atıyor rahatlıyor; köydeki de ayda yılda bir kasabaya/ şehre/ mega köylere inip; sonrasında koşarcasına evine dönüyor.

Herkes bir şekilde buharını usul usul salıyor. Ya da zorla salmayı öğreniyor. Tüm sorunlarda zaten zamanla buharını yavaş yavaş bırakmayı beceremeyip, patlatarak atanlardan çıkıyor.

10 Ağustos 2010 Salı

Kırptım, Kısalttım.

Şarkılar 3,5-4 dakika; radyolar daha rahat reklam alabilsinler diye.
Filmler 90-100 dakika.
Msjlr 160 hrf: Daha cabuk ve hizli mesaj atabilmek için.
Twitter: 140 karakter

Hayatın çok hızlı aktığını, hiçbir şeye zaman bulamadığımızı söylüyoruz. Herşeyi kısaltmaya çalışıyoruz.

Peki kısaltıklarımızın, kırptıklarımızın yerine ne koyuyoruz? Fazladan gezilen 3 website'mi, dinleme fırsatı bulduğumuz yeni bir albüm mü, bir kitaptan fazladan okunan 15 sayfa mı? Dostlarla buluşup, iki lafın belini kırıp, iki tek atma fırsatı mı? Daha fazla ofis işi mi, herhangi bir mekanda etrafı daha fazla kesme olanağı mı, alışveriş için göz atılacak fazladan 3 mağazaya girme imkanı mı?

Her nesil bir öncekinden daha hızlı koşuyor/ koşacak.

Ama nereye?

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Çarşafa Dolanmak

Ohh ne güzel ne güzel! Sıcaklar geldi, herkeste çare bin türlü. Klimalar, püfür püfür elbiseler, şortlar, sandaletler. Herkes bir şekilde sıcakla yaşamaya çalışıyor, bir kesim hariç. Bir kısım ile kapkara çarşaflarda, sıkılmış kafalarla dolaşmak zorunda kalmaya devam ediyor. Hayır kesinlikle laiklik, cumhuriyet, şeriat, falan filan borazanları öttürmeyeceğim. Benim sorunum işin insanlık boyutu ile.
Din, dil, ırk; farketmez. İlk ortak paydamız, üst kimliğimiz insan olmak. İnsan olmanın en önemli şartlarından biri de eşit olmak! Madem ki insanız, madem ki eşitiz önce bunu kabul et, sonra nasıl yaşarsan yaşa hayatını; elbette ben sana sen bana dokunmadıkça.
Bu nedenle isyanım, iki yüzlülükle, manipülasyonla. Kısaca: Kendi şortla, atletle dolaşırken; karısını/ kızını/ anasını/ bacısını çarşafla, tesettürlerle dolaştırana. Eğer ki kadın kısmı biz erkekleri tahrik edip, yoldan çıkarabiliyorsa; en insan evladı sen bile iki kişinin zevkli/ zevksiz sevişmesinden dünyaya geldin bilirsin bu işleri, erkek halinle, sen de, cezbedebilirsin hatun kişileri. Senin göbeğin, kılın, açıktaki etlerin; beni enterese etmez ama benim karımı/ bacımı/ kızımı/ anamı tahrik edebilir.
Bu nedenle bugünden itibaren uygulamaya konula; etrafındaki kadınları tesettüre/ çarşafa sokanlar, tiz aynı kıyafetleri giymek zorunda bırakala!
Bu sıcakta gisinler o çarşafları da anlasınlar Hanyayı, Konyayı!

Tıkanma

Sıcaklardan mı, sıkıntıdan mı bilinmez, bazen parmaklar gitmiyor klavyeye; yazıya dökemiyor insan, beyninin içindekileri. Yoksa yazmaz mıydım size Kahire'deki 4 günümü-gecemi. Ama beni herhalde çöl sıcağı çarptı, böyle oldum; ara verdim ama daha da yoruldum. Şimdi bir daha deneyelim, saçmalamayı.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Türküm, Her Konuda Uzmanım!

Bana aksini kimse söylemesin! Hepimiz kardeşiz biliriz birbirimizi!
Siyasetten, teknolojiye, dış politikadan, spora, edebiyattan kümes hayvancılığına; milletçe, vatanca, mahallece; herşey hakkında mutlaka ama mutlaka bilgi sahibiyiz, yorum yapabiliriz.
Diğer milletler sanatla, iş bitiricilikle, çalışma azmiyle, tembellikle, kural tanımamazlıklarıyla, vb. gibi özelliklerle anılırken biz, maaşallah (!), bilgiyle yoğrulmuş olmakla övünebiliriz. Bu arada bu tespitte tamamen bize özgüdür, hiç kimsenin dışarıdan bizleri bu şekilde gördüğünü sanmıyorum!
Günlük hayattan tutunda en üst düzey devlet adamlarına kadar herkes bu söyleme dahil edilebilir. Örnek? Daha çok ne var:
- Evimize gelen tamirci, bizim elimizi kirletmek istemediğimiz için çağrılmıştır. Yoksa su tesisatını, çamaşır makinesini, LCD televizyonu kendimiz tamir edebiliriz. Tamircilerde bunu bilir, sağolsunlar fiyatlandırmayı; engin tecrübe ve bilgi birikimimiz sonucunda yaptıkları tamirata istinaden, ona göre yaparlar!
- Satıcılar - pazarlamacılar! İşiniz çok zor. Çünkü satmaya çalıştığınız herşeyin maliyetini biz biliyoruz. Bir bilgisayar aslında 50 USD, röntgen cihazı 125 Euro, standart binek arabalar en çok 5.000 TL, tohumu şimdi belkide milyon TL olan domates taş çatlasa 50 kuruş, uzay mekiği camı 1.000 USD, vb gibi, vb gibi, vb gibi.
Yanlış anlaşılmasın bu yetneğimiz sadece mal değil hizmet içinde geçerlidir. Makarna markette 1 lira ise restaurantda da en fazla 3 lira olmalıdır. (1'e al 3'e sat, altın distribütör kuralı). Zaten restaurant da kira, elektrik ödemez; garsona, aşçıya, devlete de para vermez!
- Askerler, polisler! Kadını erkeği, çoluğu çocuğu hepimiz asker doğduğumuz için sizin işiniz de çok zor. Mahallenin Dudu teyzesinden, basınımızın kadın yazarlarına; hepimiz ya polis ya da asker kimliğini bastırmış militer pimi çekilmeye hazır bombalarız aslında. Bize bırakın sınırları bakın nasıl koruyoruz vatanı! Binlerce ama binlerce mağaradan, inanılmaz zor bir araziden meydana gelen Güneydoğu! Ver silahı, topu, uçağı kahvedekiler; bak nasıl dümdüz ediyorlar seni!
- Ekonomistler, iktisatçılar, finansçılar! 56+23, 4x9 gibi komplike işlemleri bile hesap makinesi ile bütünleşen elleri ile 23 salisede hesaplayan ellere, bırakın yaptığınız tüm işleri ekonomist, iktisatçı, finansçı geçinenler. Kalkın masalarınızdan, bilgisayarın başından. Ders okulda, ekonomi pazarda, takside, bakkalda çözülür! Yap maaşlara, taksimetreye zam, düşür elektrik, suyu, doğalgazı; yürüsün ekonomi tıkır tıkır. Çünkü önemli olan niyettir, evrene salmaktır, iddiadır, milli piyangodur, altılıdır. Sen salamıyorsun ama 70 milyon salıyor evrene tüm bunları; kazanmak kaçınılmaz; işi bilene bırakırsan!
- Monşerler, Dışişleri Çalışanları, MIT, Bürokratlar! Zaten Silahlı Kuvvetler halka devredildiği için, halkımızın işi kolaylaştı. Önce dalıyoruz Irak'a, hop oturuyoruz petrolün başına. İkinci Dünya Savaşında Hitlerin doymak bilmemezliği, hırsı yüzünden, gereksizce Rusya'da darbe üstüne darbe aldığı ve savaşı kaybettiği söylenir. Gereksizce değil tam tersi en planlı hareketlerinden biridir, kendisine karşı çıkabilecek tüm ülkeleri bertraf etmeye çalışırken bir yandan da Rusya üzeriden Hazar petrollerine, Kuzey Afrika'dan da Arap petrollerine ulaşmaya çalışmış ancak çoğu yerde görmediği direnişi bu bölgelerde görmüş ve aynı anda çok cephede savaşmanın yıpratıcılığı nedeniyle yıkıma uğramıştır. Enerji kaynaklarından birine ulaşıp, güvenle kullanabilseydi, şu an dünyada çok farklı bir düzen olabilirdi. Kısacası Hitler yiyemedi, bize kimse havadan petrol yedirmez.
Irak'a dalamıyorsak, hop Azerbaycan üzerinden Türki Cumhuriyetlere ulaşıyoruz. Tercümanlar vasıtası ile anlaşıyoruz, paşa paşa yaşıyoruz. Arada onlarla konuşurken, Öz Türkçeyi konuşan asıl onlar olmalarına rağmen, "Bu ne biçim Türkçe yav!" diye gülüyoruz, eğleniyoruz.
2 günde ele geçirilecek, 3 günde dizlerimize kapanacak, gemilerle ve uçaklarla (yakıt transferi bile nasıl olacak uçaklara bilmiyorum) yıkıma uğratılacak sırasıyla Yunanistan, İran ve İsrail. Yazmak kadar kolay, çocukların asker oyuncakları ile oynaması kadar basit.

Uzun lafın kısası, herşeyde uzmanız biz. Dünyayı yönetir, ekonomileri patlatır, yan bakanı döver, köşeleri dört döneriz.
Sonumuz hayırlı olur umarım!

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Kafa Bin Türlü Çalışıyor - Kısacık Film Dokunuşları (1)(Viskningar Och Rop - A Man For All Season - Daybreakers)

Bugün siyaset yazarım yarın tarih, üstünde de sinema. Hiçbirinde profesyonel görüş bildirmiyorum. Ahkam kesmiyorum, kafamdan geçenleri paylaşıyorum.
Beynimin içinde bugün tarihle hesaplaşma vardı, yazdım. Yarın Bergman'a, halen izlediğim Viskningar Och Rop'un (Cries and Whispers - 1972) etkisindeyim, methiyeler düzüp, Hollywood sinemasına geçirebilirim. Hele bir de aynı gece içinde, iki yarım kalan filmi, bitirmeye kalkarsam ki bu filmler Daybreakers (Michael&Peter Spierig - 2009) ve A Man for All Seasons (Fred Zinnemann - 1966) gibi birbirinden tamamen farklı iki film izlersem, en üst seviyeden saçmalama hakkına otomatik olarak sahip olabilirim.
Niyetim yoktu ama başlıyorum o zaman kısacık film eleştirilerime:
Viskningar Och Rop (1972): Bergman - insanlar - duygular - korkular - basitlikler - zayıflıklar - sıkıntılar. Bergman ve insan. Birbirinden ustaca çizilmiş ve tüm duyguları hakkıyla verilmiş karakterler. 4 kadın - ezik, deforme erkek karakterler ve yine muazzam çizilmiş bir başrol oyuncusu; ev. Oyuncu yönetimi, senaryo, çekimler; muazzam bir Yönetmen Sineması örneği. Bergman'ın en iyilerinden biri.
A Man for All Seasons (Fred Zinnemann - 1966): Fred Zinneman'dan başarılı bir dönem filmi. 8. Henry'nin Papa'ya/ Katolikliğe karşı, tekrar evlenip soyunu devam ettirmek için, mücadelesini ve kendi doğruları için ölümü kabullenen Thomas More'un son dönemlerini gayet başarılı bir dekor, kostüm ve oyunculukla yansıtan filmde özellikle Thomas More'u oynayan Paul Scofield çok başarılı.
Daybreakers (Michael&Peter Spierig - 2009): Yazık, çok yazık. Sen Willem Dafoe, Sam Neill, hadi eşantiyondan Ethan Hawke'i al oynat ve ortaya ne aksiyon, ne bilimkurgu, ne fantastik; berbat bir film çıkar. Bu isimlerin oyunculuklarının derinlikllerini yansıtmayacaktın, niye bu isimleri seçtin? No name oyuncuları da kullanabilirdin. Hadi Ethan Hawke yem, peki diğerleri? Zamana, oyunculara, harcanan paraya yazık.

İstanbul - Emperyal Başkent

Londra, Paris, Roma, Lizbon, Madrid, vb. gibi emperyal başkentleri dolaşanların içini, bir süre sonra elbette, kaplayan o belli belirsiz sızı İstanbul'u gezenlerin de acaba içine sızmayı başarıyor mudur? 3 maymunu oynamayalım, hayranlıkla gezdiğimiz bu şehirlerin nasıl inşa edildiğini, o muhteşem yapıtların, tüm görkemleri ile, nasıl bugün bile ışıltılarını saçtıklarını aslında içten içe hepimiz biliyoruz. Biliyoruz elbette ama nedense söyleyemiyoruz. Bizansın ardından da Osmanlının hükümdarlarının yaşadıkları başkentleri elde ettikleri vergilerle, ganimetlerle, sömürme ile yüceltiklerini elbette biliyoruz ama dile getirmiyoruz. Tüm bu şehirler, ve elbette İstanbul, tüm haşmeti ile parıldarken, kendilerine 1 saat mesafedeki şehirler bile sefalet içinde olabiliyordu. Evet yollar, köprüler, hanlar da yapmıştır Osmanlı. Ticareti artırmak, vergi toplayabilmek ve elbetteki tüm kazancın İstanbul'a akabilmesi için elinden geleni yapmıştır, sağolsun Padişahlarımız. İstanbul birbirinden muhteşem camiler, saraylar, kasırlar, köşkler, köprülerle bezenirken İstanbul'un dışındaki şehirler kalmıştır güdük, bozkır, çıplak, yalnız. Şimdi "ecdadımız hakkında nasıl böyle konuşuyorsun" diyebilirsiniz. Tek cevabım var: İstanbul dışında (eski başkentler Edirne, Bursa'yı da başkent öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırarak) yaşıyorsanız, çıkın dışarıya biraz gezinin şehir merkezlerinde. Gezin, sayın ve ayırın; Osmanlının yaptıkları, Selçukluların yaptıkları, Beyliklerin yaptıkları diye. Ondan sonra tekrar düşünün lütfen.
Başkentlerin ihtişamı belki tüm emperyal imparatorlukların, bugün bile geçerlidir, yarattığı temelinde korku olan ve muazzam bir başarı ile yürüttükleri büyüklükle, sıradışılıkla, görkemi ile etkileme sanatının göstergesidir. İstanbul bunun en güzel örneklerinden biridir. Ve bu illüzyon o kadar başarılıdır ki, Osmanlı padişahları şatafat içinde hayatlarını sürdürmek için tüm imparatorluğu seferber ederken, bugün bile biz alık alık Osmanlı ne muhteşemmiş, iyi böyle atalarımız varmış diye sevinçlere boğulabiliyoruz.
Emperyal imparatorluklar tek bir şey isterler. İçinde bulundukları ihtişamın, görkemin, ellerinde tuttukları gücün ilelebet sürmesi. Bunun için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Bunun içindir ki imparatorluk, kaynakları daralmaya başlayınca tebaasını öyle ezmeye başlamıştır ki, hükümdarlığı altındaki herkes yavaş yavaş Osmanlı kimliğinden sıyrılıp kaçmaya başlamıştır. Ancak işin emperyal pazarlama ve reklam başarısı, ki bugün bile kampanyası devam etmektedir, o kadar inanılmazdır ki; İstanbul'un/ Padişahların görkemli hayatı sürsün diye inim inim inlettiğimiz Yunanlılar, Araplar ve diğer milletler; Osmanlıya baş kaldırıpta özgürlüklerini (!) geri kazandıklarından beri başarı ile "hain" damgasını yemişlerdir, halen de yemektedirler.
Lafın sonu: Osmanlı için söylediklerim Bizans içinde geçerlidir. İstanbul böyle İstanbul oldu diye de yakıp yıkacak değiliz elbette. Ama hayata, olaylara farklı boyutlardan bakabilmek herkesin geliştirmesi gereken bir yetidir. Bir de olaylara, İstanbul'a, bu gözle bakın.
Son olarak da, imparatolrluklara yalanarak bakanlar, güce tapanlar: Amacınız sadece ve sadece güçlünün ağzının kenarından dökülenleri, elbette o doyduktan sonra, kapmak. Bu nedenle öykünüyorsunuz geçmişin imparatorlarına, günümüzün hükümdarlarına. Yoksa umrunuzda değil şanlı tarih, methiyeler düzülesi ecdad.

13 Temmuz 2010 Salı

Eleştirme Hakkı

Eleştirmek en kolayı, sıkıysa kendin yap!
Kabul edilebilir bir argüman. Ne kadar kötü olursa emek harcanmış bir çalışmayı eleştirmek, yerin dibine sokmak o kadar kolay ki! Evet, sonuçta diğer insanların dikkatine açtığınız herşeyin eleştirilebilineceğini gerçeğini de kabul etmek gerekiyor. (Tıpkı benim yazılarımı buraya koyduğum anda, eleştirileri de kabul etmem gibi)
Bu nedenle; "hiçbirşey yapma - eleştirilme"den ziyade "fikirlerini paylaş, belki senin kafanın içinde şimşek çakanlar gibi sende başkaları ile ufacık bile olsa bir bilgi/ düşünce paylaşma fırsatı bulursun - şişek çakma megalomanisine girmeden" düsturunu benimsiyorum.
Girizgah uzun sürdü, lafa geliyorum: Kendimce, hepsi hayatımın odaklarından bir kaçı, film, kitap, müzik eleştirisi yapabilirim. Şimdiden biline!

Kendimizi Eleştirememek!

Herkes kötü, herkes düşman, en iyi biz, en masum biz!
Yıllardır, mazlum toplum histerisinde yuvarlanıp gidiyoruz. Yarattığımız illüzyona kendimizi o kadar kaptırmışız ki; olmuş, olan, olacak herşeyden kendimizi sıyırıp, Kaf Dağının zirvesinden ayaklarımızı sallandırıp seyre dayabiliyoruz rahatlıkla tüm alemi.
Tarihimizi biliyoruz, bilmemezlikten geliyoruz. İnsanımızı biliyoruz, görmemezlikten geliyoruz. Kendimizi biliyoruz, tanımamazlıktan geliyoruz.
Emperyal, yayılmacı, sömürgeci, istilacı; hayır sadece tabii ki Osmanlı değil, 15 devlet kurmuş ve batırmış atalara sahip biz değilmiş gibi ne kadar da rahat davranıyoruz; nasıl da eleştiriyoruz, yerden yere vuruyoruz herkesi.
Yüzyıllarca istila ettiğimiz topraklarda, lütfen ama lütfen "herkese serbestlik tanınıyordu, dinini yaşamakta özgürdü..." demeyin çünkü sömürgecilik dehasıdır; insanlara ibadetini rahatça yap ama vergini de misli misli öde o zaman" uygulaması, boyunduruğumuz altında yaşayan insanlar, ne hadlerine bilinmez ama, özgürlükleri için savaştıklarında, nasılda "hainler, kaypaklar, sırtımızdan vurdular" gibi damgalamışızdır.
Acaba Kurtuluş Savaşında ülkemizden kovduğumuz Yunanlılar, İngilizler, Fransızlar; "Bu Türkler hain, kalleş; güzel güzel istila etmişken ülkelerini, rezillik yapıp savaştılar bizimle" deseler, ne düşünürdük acaba? Kaf dağımız hem çok yüksek hem de her daim devamlı yoğun bir sis altında mı yahu!
Biraz tarih, biraz mantık, biraz empati, biraz özeleştiri, biraz objektif düşünce. Hepsi biraraya gelse belki kendimizle çok daha barışık, sakin ve huzurlu insanlar topluluğu olacağız; tüm bu dizginlenemez - kabul edilmez agresifliğimizden kurtulacağız bir ihtimal. Ama daha kuvvetli bir olasılıkla yaratılan yoğun sisin içinde öyle kendimizden geçeceğiz ki, yalnız - yapayalnız kalana kadar kırıp dökmeye/ yok etmeye devam edeceğiz, bizim gibi olmayan herşeyi/ herkesi. Ta ki tarihin tekrarlarında bizi de birileri ezene kadar.

9 Temmuz 2010 Cuma

Trafikte Neden Bu Kadar Sinirliyim?

Gerçek hayatta oldukça sabırlı bir insan sayılabilecekken neden trafikte bu kadar sabırsız ve hoşgörüsüz oluyorum? Çok nadir sinirlenen bir insanken, trafikte neden bir kıvılcımda parlayacak bir sinir küpüne dönüşüyorum? Eşimle kavga edecek boyutlara varan trafikteki çekilmezliğimin nedeni ne olabilir?
Üzerinde çok düşündüğüm bu soruların cevabını kısa süre önce buldum.
İnsan olmaya çalışan bir varlık olarak, ilk önce insanlığın temel öğelerini kendimde uygulamaya çalışıyorum. Uzun uzun, bana göre, bu öğeleri anlatmayacağım, ama bence en baştakilerden biri: Başkalarının hakkını yeme!
Hayatın her anında belki hareketlerimizle, sözlerimizle; başka insanların hakkını bir şekilde gasp ediyoruz; bu sadece maddi anlamda değil, duygusal anlamda da gerçekleşebilir. Ancak, bence, bunun en yoğun yaşandığı yer, yani hakkımın en çok yendiği yer, trafik oluyor. Ve ben kimsenin hakkını yememeye çalışırken, özgürlüğüne tecavüz etmezken; her gün trafikte defalarca hakkım yeniyor ve ben buna dayanamadığım, görmezden gelemediğim için, sinir küpüne dönüşüyorum.
Günde bakkal, manav sizi bir kez kazıklar; işyerinizdekiler size ortalama belki bir kere kelek yapar; ama hergün onlarca araba emniyet şeridini kullanarak, makas ata ata giderek; bir yerden bir yere güvenli ve sıramda gitme hakkıma tecavüz ediyorlar! Sıkıysa sinirlenme!
Varsa bununla başa çıkmayı bileniniz, kafanı çevir gibi abuk sabuk önerileri almayayım; daha gözüm kapalı araba kullanamıyorum ve de mesela en sol şeritte giderken bile emniyet şeridini kullanan ilkel primatları görüyorum. Klasik müzik ve sakız çiğnemek yararlı olabiliyor ama tam çözüm değil. Bu nedenle gerçekten bu sorunu çözebilen varsa ne mutlu, çünkü şimdilik ben sinir küpü olmaya, kendimi yemeye devam edeceğim gibi gözüküyor.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Zordur Küçük Şehirde Sinema İzleyicisi Olmak

Koskoca Antalya'da 1 tane sinema kaldığını bile hatırlarım, klasman dışı olanlar (soft-porn oynatanlar) haricinde. Annemin Amadeus'u izleyebilmek için kendisi gibi sinemaya giden diğer 2 kişi ile beraber, 3'er bilet almak zorunda kaldığını bilirim. Spielberg'in "Empire of the Sun"ını izlemeye gittiğimde "koskoca salonda tek kişiye film oynatmayız, bir sonraki seansa gel" diye geri çevrilmişliğim, bunun üzerine bir sonraki seansa bir arkadaşım ile korka korka gidip; bizden başka bir kişiyle beraber, koskoca salonda (!) üç kişi Spielberg'in en güzel filmlerinden birini hayranlıkla izlediğimi hala gülümseyerek anımsarım. Yine aynı arkadaşımla, o sene sinema yazarlarının en iyi film seçtiği ama hakkında en ufak bir bilgiye bile sahip olmadığımız, "Reservoir Dogs"u toplamda 3 kişi ile koskoca sinemada (!) ağzımız açık izlediğimizi de daha dün gibi hatırlarım.
Örnekler çoğaltılabilir, herkesin benzer hikayeleri olabilir. Ama ortak nokta; sinema aşkı, hele küçük şehirde yaşıyorsanız, bazen çok zor yaşanabilir.

18 Haziran 2010 Cuma

Neden Özür Diledim!

Bir süre önce fırtınalar koparan "Özür Diliyorum" kampanyası da, üstüne gitmemiz gereken ülkesel travmalardan biri olmasına ve elbetteki tedavi edilme zorunluluğu bulunsa da, unutulmaya yüz tuttu. Her ne kadar etrafımda bu kampanyaya imza atan, büyük bir ihtimalle, tek kişi olarak nedenlerimi anlatmaya çalışsam da, açıkçası kimseyi ikna edemeden kısır tartışmaların içine çekilmenin ötesinde geçemedim.

Bir de burada deneyeyim:

Bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun geri kalmışlığının en büyük nedeninin; o bölgede yaşayan, binlerce yıldır yaşadıkları toprağı seven, ona bakan insanların artık orada olmadıklarından tutunda yaşanan travmalara kadar bu olayın ülkemizdeki "genel inanışın tamamen dışında" gerçekten gerçekleşmiş olma ihtimalini bir kere düşünün. Bu varsayımı bir kere yaptıktan sonra artık bu ülkede yüzbinlerce olmayan Rumu düşünün. Tek tipleştirme politikalarımız kapsamında giden Süryanileri, Arapları, Yezidileri, Yahudileri ve diğer binlercesini gözünüzün önüne getirmeye çalışın.
Bir kez olsun bütün bu varsayımların gerçek olduğunu ve ülkemizde böyle bir insanlık dramının gerçekten yaşandığını düşünün. Peki bundan daha korkuncu ne olabilir? Bir daha yaşanması veya böyle bir ihtimalin bile bulunması!
İşte bu yüzden, üstüne toprak atarak unutmaya çalıştıkça; yok saydıkça, gerçekten ülke olarak derin bir uykuya yatmakta ısrar ettikçe; ülkesel bilinçaltımızda yatan bu nefretin, barbarlığın, farklıya olan kinin tekrar yüzüsütüne çıkmasından korktuğum için; kısacası unutmayalım diye özür diledim.
Çünkü unutursak, Maraşta, Çorumda, Sivas'ta, 6-7 Eylül'de yaşananların 1895/1908/1915'te olduğu gibi büyük bir aleve dönmesinden korktuğum için özür diledim.
Bu ülkeyi, sözde değil, gerçekten kalplerinin en derininde seven insanlar geri gelecek olsalardı, binlerce kez daha özür dilerim.

17 Haziran 2010 Perşembe

Tarih Algısı

Tarih tekrardan/tekerrürden ibarettir!

Hayır, kesinlikle hayır!

Tarih, onu bilmeyenler için tekerrürden/tekrardan ibarettir.

Saçmalama Hakkı

Kesinlikle her bireyin saçmalama hakkı, diğer bireylerinde bu saçmalıkları isterlerse okuma hakları olduğunu düşünüyorum.
Bu nedenle artık ben de saçmalamaya başlıyorum.

Önemli Not: Burada yazılanlar tamamen benim kişisel görüş ve fikirlerimi yansıtmaktadır ve bunların, kesinlikle, bilimsel bir gerçekliğe yaslanma zorunluluğu yoktur. Doğru denilen kavram kişiden kişiye ve zamanın akışı içerisinde değişiklik gösterebilir, yani benim doğrum sizin doğrunuz olmayabilir.