24 Kasım 2010 Çarşamba

Kitapçı

Tarih kitaplarının zenginliğinden, Ermenilerle ilgili kitapların çokluğundan anlamıştım zaten senin Ermeni olduğunu. Ama yine de, otomatik davranış biçimi, sessiz kaldım. Ta ki eşim seninle Fransızca ardından da benimle Türkçe konuşuncaya kadar. Ben de tam o esnada elimde Türkiye'nin Ermeni Soykırımını inkar politikası ile ilgili bir kitabı ile kasaya yürüyordum. Önce "Türk müsünüz?" diye sordu, babasından, soykırımdan 4 kardeşten içerisinden tek kurtulan, öğrendiği Türkçesi ile. Sonrasında elimdeki kitabı görünce "Soykırım ile ilgileniyor musunuz?" diye sordu. "Evet, özellikle Türkiye'de tek taraflı kaynaklardan sıkıldığım için mutlaka dışarıdan bu konuda kitaplar bulmaya çalışıyorum (Yves Ternon'un kitabının bile mahkeme kararı ile toplatıldığını düşünürseniz ne kadar doğru söylediğimi anlayabilirsiniz)" dedim. "Başka kitaplarda önerebilirim" diyerek dükkanın arka tarafına yürürken ben sordum. "Türkçeyi nasıl öğrendiniz?". "Soykırımda kaçarken 4 kardeşin tek kurtulabileni olan babamdan." dedi ama sesinde en ufak bir kin, nefret olmadan, son derece doğal. "Ben şahsen çok üzgünüm." diyebildim gözlerim dolu dolu oldu "Türkiye, yaşadığı toprağı seven, onu yücelten Ermenileri sürerek, kırarak aslında çok şey kaybetti." dedim. Ne diyebilirdim ki başka zaten. Bir şey demeden bana kitaplar tavsiye etmeye devam etti, Ermeni tarihinden Ortadoğu tarihine geçti; Fisk okumamı önerdi. Zaten okuduğumu, kitapçısına uğrayıp uğramadığını sorduğumda, "Tabii ki, arkadaşımdır." dedi.
Eşimle bana Ermeni lokantaları tavsiye etti, gezmemiz için şoför bulabileceğini söyledi, bir gece önce gittiğimiz Ermeni lokantasında neden Türk olduğumuzu söylemediğimiz konusunda içerledi; suçlunun masum karşısındaki boynu büküklüğünden diyemedim.
Yaklaşık 1 saatlik sohbetin ardından elimizde kitaplarla çıktık oradan. telefonlar alındı, verildi; İstanbul'a gelirse; ki tüm Türkiye'yi neredeyse gezmiş daha gençken, mutlaka araması rica edildi ve yolumuza devam edildi. Ancak tüm bunların ardından bir iki şey kaldı zihnimde, ben olsam, babam dışımda tüm ailemi öldürmüş bir ülkeden gelen bir insana aynı sıcaklıkta davranır mıydım, bilemiyorum. Hayat bizi bu zor ülkenin en tehlikeli ayrıştırmasında güçlü olandan yaratmış, o nedenle ne desem boş.
Ha, bu arada güçlü yaratmış ama bu her gün sevgiden nasibini almamış milyonların içerisinde; trafikta, sokakta her an kavga etme, dayak yeme hatta öldürülme riski ile yaşarken ve her dakika karşısındakileri, her açıdan, sömürmeye programlanmış kitleler ile başbaşayken, kendimiz gibi nadir azınlıktan birilerini ararken; bu ülkeyi uzaklardan izleyip için için ağlayan Ermenilerle, Rumlarla, Yahudilerle ve diğer niceleri ile beraber kadeh tokuşturamadığımıza yanmayayım da ne yapayım!

Sosyalim, Sosyalsin, Sosyal!

Hepimiz sosyal hayatlar sürdürdük ve de çoğunlukla sürdürmekteyiz. Dağda tek başına yaşayanlar bile, hayatta kalmayı sağlayacak en temel bilgileri sosyal hayatlarının başladığı doğum anından itibaren sosyal çevrelerinden öğrenirler. Öğrenmek bile ancak sosyalleşme ile olur. Hepimiz bembeyaz, kokusuz, dışarısı ile bağlantısı olmayan odaların içinde yalnız bir hayat sürdürüyor olsaydık en büyük keşifimiz herhalde cinsel organımızla bir süre oynarsak içimizdeki giderek artan titreşimin takip eden orgazm ile yerini bir rahatlamaya bırakması olurdu herhalde; bir nebze bile olsun öyle bir ortamda zihinsel faaliyetlerimizin, minimumda olsa, aktif olduğunu varsayarsak.
İzlediğimiz her film, okuduğumuz her kitap, yürüken yanımızdan geçen her insan; bağımsız bir birey olan her bir insanın yarattığı etkileşim çerçevesinde, bize zenginlik katar. Sosyalleşme bu nedenle sadece kafede barda etrafı kesmek, caddede bir aşağı bir yukarı 5 saat yürümek değildir. Yaşamsal amacımız olan bilgi ve sevgiye ulaşmamızın tek yolu sosyalleşmektir. Dağda yaşayan yalnız adam, avladığın her av, yanından geçtiğin her ağaç seni de sosyalleştiriyor biliyorum ama yine de; bazen benim tahammül sınırlarımı sonuna kadar zorlasalarda, insansız bir hayat ben düşünemiyorum.