14 Temmuz 2010 Çarşamba

Kafa Bin Türlü Çalışıyor - Kısacık Film Dokunuşları (1)(Viskningar Och Rop - A Man For All Season - Daybreakers)

Bugün siyaset yazarım yarın tarih, üstünde de sinema. Hiçbirinde profesyonel görüş bildirmiyorum. Ahkam kesmiyorum, kafamdan geçenleri paylaşıyorum.
Beynimin içinde bugün tarihle hesaplaşma vardı, yazdım. Yarın Bergman'a, halen izlediğim Viskningar Och Rop'un (Cries and Whispers - 1972) etkisindeyim, methiyeler düzüp, Hollywood sinemasına geçirebilirim. Hele bir de aynı gece içinde, iki yarım kalan filmi, bitirmeye kalkarsam ki bu filmler Daybreakers (Michael&Peter Spierig - 2009) ve A Man for All Seasons (Fred Zinnemann - 1966) gibi birbirinden tamamen farklı iki film izlersem, en üst seviyeden saçmalama hakkına otomatik olarak sahip olabilirim.
Niyetim yoktu ama başlıyorum o zaman kısacık film eleştirilerime:
Viskningar Och Rop (1972): Bergman - insanlar - duygular - korkular - basitlikler - zayıflıklar - sıkıntılar. Bergman ve insan. Birbirinden ustaca çizilmiş ve tüm duyguları hakkıyla verilmiş karakterler. 4 kadın - ezik, deforme erkek karakterler ve yine muazzam çizilmiş bir başrol oyuncusu; ev. Oyuncu yönetimi, senaryo, çekimler; muazzam bir Yönetmen Sineması örneği. Bergman'ın en iyilerinden biri.
A Man for All Seasons (Fred Zinnemann - 1966): Fred Zinneman'dan başarılı bir dönem filmi. 8. Henry'nin Papa'ya/ Katolikliğe karşı, tekrar evlenip soyunu devam ettirmek için, mücadelesini ve kendi doğruları için ölümü kabullenen Thomas More'un son dönemlerini gayet başarılı bir dekor, kostüm ve oyunculukla yansıtan filmde özellikle Thomas More'u oynayan Paul Scofield çok başarılı.
Daybreakers (Michael&Peter Spierig - 2009): Yazık, çok yazık. Sen Willem Dafoe, Sam Neill, hadi eşantiyondan Ethan Hawke'i al oynat ve ortaya ne aksiyon, ne bilimkurgu, ne fantastik; berbat bir film çıkar. Bu isimlerin oyunculuklarının derinlikllerini yansıtmayacaktın, niye bu isimleri seçtin? No name oyuncuları da kullanabilirdin. Hadi Ethan Hawke yem, peki diğerleri? Zamana, oyunculara, harcanan paraya yazık.

İstanbul - Emperyal Başkent

Londra, Paris, Roma, Lizbon, Madrid, vb. gibi emperyal başkentleri dolaşanların içini, bir süre sonra elbette, kaplayan o belli belirsiz sızı İstanbul'u gezenlerin de acaba içine sızmayı başarıyor mudur? 3 maymunu oynamayalım, hayranlıkla gezdiğimiz bu şehirlerin nasıl inşa edildiğini, o muhteşem yapıtların, tüm görkemleri ile, nasıl bugün bile ışıltılarını saçtıklarını aslında içten içe hepimiz biliyoruz. Biliyoruz elbette ama nedense söyleyemiyoruz. Bizansın ardından da Osmanlının hükümdarlarının yaşadıkları başkentleri elde ettikleri vergilerle, ganimetlerle, sömürme ile yüceltiklerini elbette biliyoruz ama dile getirmiyoruz. Tüm bu şehirler, ve elbette İstanbul, tüm haşmeti ile parıldarken, kendilerine 1 saat mesafedeki şehirler bile sefalet içinde olabiliyordu. Evet yollar, köprüler, hanlar da yapmıştır Osmanlı. Ticareti artırmak, vergi toplayabilmek ve elbetteki tüm kazancın İstanbul'a akabilmesi için elinden geleni yapmıştır, sağolsun Padişahlarımız. İstanbul birbirinden muhteşem camiler, saraylar, kasırlar, köşkler, köprülerle bezenirken İstanbul'un dışındaki şehirler kalmıştır güdük, bozkır, çıplak, yalnız. Şimdi "ecdadımız hakkında nasıl böyle konuşuyorsun" diyebilirsiniz. Tek cevabım var: İstanbul dışında (eski başkentler Edirne, Bursa'yı da başkent öncesi ve sonrası olarak ikiye ayırarak) yaşıyorsanız, çıkın dışarıya biraz gezinin şehir merkezlerinde. Gezin, sayın ve ayırın; Osmanlının yaptıkları, Selçukluların yaptıkları, Beyliklerin yaptıkları diye. Ondan sonra tekrar düşünün lütfen.
Başkentlerin ihtişamı belki tüm emperyal imparatorlukların, bugün bile geçerlidir, yarattığı temelinde korku olan ve muazzam bir başarı ile yürüttükleri büyüklükle, sıradışılıkla, görkemi ile etkileme sanatının göstergesidir. İstanbul bunun en güzel örneklerinden biridir. Ve bu illüzyon o kadar başarılıdır ki, Osmanlı padişahları şatafat içinde hayatlarını sürdürmek için tüm imparatorluğu seferber ederken, bugün bile biz alık alık Osmanlı ne muhteşemmiş, iyi böyle atalarımız varmış diye sevinçlere boğulabiliyoruz.
Emperyal imparatorluklar tek bir şey isterler. İçinde bulundukları ihtişamın, görkemin, ellerinde tuttukları gücün ilelebet sürmesi. Bunun için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Bunun içindir ki imparatorluk, kaynakları daralmaya başlayınca tebaasını öyle ezmeye başlamıştır ki, hükümdarlığı altındaki herkes yavaş yavaş Osmanlı kimliğinden sıyrılıp kaçmaya başlamıştır. Ancak işin emperyal pazarlama ve reklam başarısı, ki bugün bile kampanyası devam etmektedir, o kadar inanılmazdır ki; İstanbul'un/ Padişahların görkemli hayatı sürsün diye inim inim inlettiğimiz Yunanlılar, Araplar ve diğer milletler; Osmanlıya baş kaldırıpta özgürlüklerini (!) geri kazandıklarından beri başarı ile "hain" damgasını yemişlerdir, halen de yemektedirler.
Lafın sonu: Osmanlı için söylediklerim Bizans içinde geçerlidir. İstanbul böyle İstanbul oldu diye de yakıp yıkacak değiliz elbette. Ama hayata, olaylara farklı boyutlardan bakabilmek herkesin geliştirmesi gereken bir yetidir. Bir de olaylara, İstanbul'a, bu gözle bakın.
Son olarak da, imparatolrluklara yalanarak bakanlar, güce tapanlar: Amacınız sadece ve sadece güçlünün ağzının kenarından dökülenleri, elbette o doyduktan sonra, kapmak. Bu nedenle öykünüyorsunuz geçmişin imparatorlarına, günümüzün hükümdarlarına. Yoksa umrunuzda değil şanlı tarih, methiyeler düzülesi ecdad.

13 Temmuz 2010 Salı

Eleştirme Hakkı

Eleştirmek en kolayı, sıkıysa kendin yap!
Kabul edilebilir bir argüman. Ne kadar kötü olursa emek harcanmış bir çalışmayı eleştirmek, yerin dibine sokmak o kadar kolay ki! Evet, sonuçta diğer insanların dikkatine açtığınız herşeyin eleştirilebilineceğini gerçeğini de kabul etmek gerekiyor. (Tıpkı benim yazılarımı buraya koyduğum anda, eleştirileri de kabul etmem gibi)
Bu nedenle; "hiçbirşey yapma - eleştirilme"den ziyade "fikirlerini paylaş, belki senin kafanın içinde şimşek çakanlar gibi sende başkaları ile ufacık bile olsa bir bilgi/ düşünce paylaşma fırsatı bulursun - şişek çakma megalomanisine girmeden" düsturunu benimsiyorum.
Girizgah uzun sürdü, lafa geliyorum: Kendimce, hepsi hayatımın odaklarından bir kaçı, film, kitap, müzik eleştirisi yapabilirim. Şimdiden biline!

Kendimizi Eleştirememek!

Herkes kötü, herkes düşman, en iyi biz, en masum biz!
Yıllardır, mazlum toplum histerisinde yuvarlanıp gidiyoruz. Yarattığımız illüzyona kendimizi o kadar kaptırmışız ki; olmuş, olan, olacak herşeyden kendimizi sıyırıp, Kaf Dağının zirvesinden ayaklarımızı sallandırıp seyre dayabiliyoruz rahatlıkla tüm alemi.
Tarihimizi biliyoruz, bilmemezlikten geliyoruz. İnsanımızı biliyoruz, görmemezlikten geliyoruz. Kendimizi biliyoruz, tanımamazlıktan geliyoruz.
Emperyal, yayılmacı, sömürgeci, istilacı; hayır sadece tabii ki Osmanlı değil, 15 devlet kurmuş ve batırmış atalara sahip biz değilmiş gibi ne kadar da rahat davranıyoruz; nasıl da eleştiriyoruz, yerden yere vuruyoruz herkesi.
Yüzyıllarca istila ettiğimiz topraklarda, lütfen ama lütfen "herkese serbestlik tanınıyordu, dinini yaşamakta özgürdü..." demeyin çünkü sömürgecilik dehasıdır; insanlara ibadetini rahatça yap ama vergini de misli misli öde o zaman" uygulaması, boyunduruğumuz altında yaşayan insanlar, ne hadlerine bilinmez ama, özgürlükleri için savaştıklarında, nasılda "hainler, kaypaklar, sırtımızdan vurdular" gibi damgalamışızdır.
Acaba Kurtuluş Savaşında ülkemizden kovduğumuz Yunanlılar, İngilizler, Fransızlar; "Bu Türkler hain, kalleş; güzel güzel istila etmişken ülkelerini, rezillik yapıp savaştılar bizimle" deseler, ne düşünürdük acaba? Kaf dağımız hem çok yüksek hem de her daim devamlı yoğun bir sis altında mı yahu!
Biraz tarih, biraz mantık, biraz empati, biraz özeleştiri, biraz objektif düşünce. Hepsi biraraya gelse belki kendimizle çok daha barışık, sakin ve huzurlu insanlar topluluğu olacağız; tüm bu dizginlenemez - kabul edilmez agresifliğimizden kurtulacağız bir ihtimal. Ama daha kuvvetli bir olasılıkla yaratılan yoğun sisin içinde öyle kendimizden geçeceğiz ki, yalnız - yapayalnız kalana kadar kırıp dökmeye/ yok etmeye devam edeceğiz, bizim gibi olmayan herşeyi/ herkesi. Ta ki tarihin tekrarlarında bizi de birileri ezene kadar.